Bir Ankara efsanesi: Süleyman Bağcıoğlu
Süleyman Bağcıoğlu. Ankara müzik camiasının en önemli ve efsane isimlerinden biri. Kızılay Gölge’de ve ardından Olimpos Gölge’de gözümü kırpmadan izlediğim, her seferinde sanki ilk kez dinliyormuşçasına zevk aldığım kişidir. Ne mutlu ki kendisini evimizde ağırlayıp daha yakından tanıma imkanına sahip oldum. Gerçekleştirdiğimiz sohbeti bir Lavarla yazısına dönüştürme zevkini kaçıramazdım.
Süleyman Bağcıoğlu Ankara’da şu an In Rock ve Spitfire gruplarının gitaristi olarak sahne alıyor. Grup isimlerinden konuşurken kendisi, Türkçe isimlerden hoşlandığını söylese de şu an ki gruplarının adlarına pek müdahale edemeden ortaya çıkıp böyle yerleştiğinden bahsediyor. Spitfire’ın çıkışını hatırlamasa da, “In Rock” ismi o zaman grubun klavyecisi olan, müzik camiasının yetenekli isimlerinden Evren Kalaycıoğlu sayesinde ortaya çıkmış. Bağcıoğlu şimdilerde haftanın iki günü Spitfire, iki günü de In Rock ile sahne alıyor.
Gitara merakı ilk olarak dokuz-on yaşlarındayken abisi Murat Bağcıoğlu’nun gitarını, o okula gittiğinde gizlice kurcalamasıyla başlamış. Müzik ilgisinin devam ettiği ilerleyen yıllarda, Kabataş Lisesi’ndeyken Liselerarası Müzik Yarışması’na katılmışlar. Hocalarının yönlendirmesiyle, başlarda zorlansalar da, Köçekçe’yi kendi tarzlarına uyarlayıp yarışmada çalmışlar. Düzenleme ve bestede birinci, icrada ikinci olmuşlar. Anadolu Rock’a ilgisi olup olmadığını sorduğumda “Anadolu Rock ile büyüdük aslında ama pek ilgilenmiyordum. 1955 doğumluyum. Gençlik dönemlerimizde yurt dışından ülkeye acayip plaklar gelir, radyolar nefis şeyler çalar, biz de onların takibini yapardık. Çok sonraları Cem Karaca’yı ve Moğollar’ın vokalsiz parçalarını dinledim. Rock, blues tarzına hep daha yakın oldum. Hala da öyle. Ama bir tek şeye hayıflanıyorum: Özellikle Cem Karaca’yı neden daha önce ve daha çok dinlemedim? Bu konuda pişmanım ve kendime çok kızgınım. Dünya müziği yapmış. Besteleri, sesi, şarkıları okuyuşu gerçekten müthiş,” diyor.
Hakikaten cumartesi sabahtan geliyor, akşam bizi dinliyor ve İstanbul’a geri dönüyorlarmış.
Süleyman Bağcıoğlu okul yıllarının ardından memuriyete girmiş. Sekiz yıllık memuriyetin ardından kendisine uygun olmadığını düşündüğünden istifa etmiş. İstifa zamanlarından bahsederken “Hayatımın en zevkli anlarıydı,” diye nitelendiriyor. Böylece müzik, hayatında daha fazla yer almaya başlamış. Programlara ilk başladığı zamanlarda şarkıların birebir aynısını çalıyormuş. Ama sonra hiçbir şeyin orijinali gibi olamayacağına karar verip kendi tarzını oluşturmuş. Yetmişlerde bu kadar canlı ortamlar, barlar yokmuş ama “o dönemler anlatılmaz, yaşanır,“ diyor. Amerikan Kültür Derneği’nde gruplar birkaç ayda bir konser verirlermiş. Bu konserlerin ardından Siyah Beyaz günleri başlamış ve orada iki sene kadar sahne almışlar. O dönemi şöyle anlatıyor:
“Aksini iddia edenler olsa da Siyah Beyaz’da düzenli olarak ilk biz çaldık. Vokal ve akustikte Cemal, bas gitarda Anıl ve elektro gitarda ben. Davul yoktu. Çarşamba ve cumartesi günleri iki seneye yakın çaldık. Mekan hep dolu olurdu. Hatta Şili Meydanı’na kadar insanlar kuyruk oluştururdu. Orada çalışan çocuklar, insanların İstanbul’dan otobüs tutup bizi dinlemeye geldiklerini söylemeye başladılar. Bizimle dalga geçiyorlar sanıp kendi kendime sinirlenirdim. Sonradan öğrendim ki hakikaten cumartesi sabahtan geliyor, akşam bizi dinliyor ve İstanbul’a geri dönüyorlarmış. Haftalık olarak bunu yapıyorlarmış. Bizim için çok şaşırtıcıydı.”
Siyah Beyaz’ın ardından Cemal’in A Bar’ına geçmişler. Mikser falan yokmuş. Sadece 100 wattlık lambalı amfi varmış, vokal amfiye bağlıymış. Davul, bas, gitar hepsi akustik. Davulda mikrofonlama falan yok. Bir yanda takım elbiseli, fraklı adamlar ve şık kadınlar diğer yanda uzun saçlı rockçılar varmış. İçerde üç yüz kişi, herkes çalınan şarkıları biliyor ve eşlik ediyormuş. Ama herkes birbirinden çok farklı olsa da mutluymuş. Çünkü hepsi sadece duyduğunun zevkini yaşıyormuş. Doksanlar Ankara’sında Gölge Bar’dan bahsederken özellikle hep kalabalık olduğunu hatırlıyor:
“Gerçekten de Ankara’da haftanın yedi günü dolu olan başka bir mekan olmadı. Gündüz saatlerinden itibaren gelen giden sirkülasyonu çok olurdu. Ön gruplar da çok iyiydi, tüm gruplar çok iyiydi. Zaten mekanlar da kötü gruplara çaldırmazdı. Biz programa başlamadan önce hazır bekleyen bir kitle bulurduk. Girişte para alınmazdı, bira ucuzdu, tam öğrenci yeriydi. Sabah altılara kadar müzik olurdu ve tek olay çıkmazdı. Manhattan da çok ünlüydü. Ama öğrenci tayfası ‘pahalıdır’ diye korkup Çankaya tarafına pek çıkmazdı. Manhattan’da da çaldık. Biz Blues Expres’i Manhattan’da kurduk.”
Süleyman Bağcıoğlu hem mekanların hem de grupların kalitesi konusunda gerçekten haklı. Çünkü doksanların sonlarına doğru, okul çıkışı en çok gittiğimiz yerlerden olan Gölge’de akşamüstü ana müzikten önce öyle güzel gruplar olurdu ki, dinlemeye doyamazdık. İlk aklıma gelenler Sameway (Dilşad, Zafer ve Emrah) ve Şinasi’nin akustik grubudur. SSK İşhanı’nda çok çeşitli ve harika mekanlar vardı. Buranın dışında Sakarya Caddesi’nde her tarzdan müzik yapan kaliteli gruplara sahnelerinde yer veren barlar bulunurdu. Yeter ki müzik dinlemek isteyin. Kaliteli gruba ulaşma imkanı hep vardı.
Kendisiyle ilgili şehir efsanelerinden bahsediyoruz. Mesela Kerim Çaplı gerçekten asker arkadaşı mı? “Yok öyle bir şey,” diyor. Kerim Çaplı ve Yavuz Çetin’le birlikte müzik yapmışlar. Kerim Çaplı’nın dünya çapında bir müzisyen olduğunu, vokal yapıp, piyano, bas, davul ve gitar çaldığını, Yavuz Çetin’in inanılmaz vokal yaptığını, iki ismin de muhteşem müzisyenler olduğunu söylüyor.
“Kerim, cazcı piyanist Erdoğan Çaplı’nın oğlu. Çocukluğu, gençliği caz kulüplerinde geçiyor. Mahalle grubu kuruyorlar ve adamlar Yes çalıyorlar. Çok zordur onların şarkılarını çalmak. Düşünsene adamın müzikal birikimini ve yeteneğini. Programlarda falan Kerim Çaplı arkada hem söylüyor hem kafa sesiyle kendine vokal yapıyordu. Arkada sanki iki kişi var gibi duyuyorsun. Kerim, Jimi Hendrix ile ilgili olayı da anlatmıştı bana. Kerim’le denk gelmişler. Birlikte de çalmışlar. Hendrix, ‘konser dönüşü birlikte çalacağız hazır ol tamam mı’ demiş ve bir hafta sonra adamın ölüm haberi gelmiş. Düşünsenize abi, ölmeseydi neler yaparlardı birlikte! Kerim müziği öyle güzel öyle hürmetli yapıyordu ki ruhu şad olsun. Benim bildiğim kadarıyla Orhan (nam-ı diğer Asit Orhan) ve sonra da Batu Mutlugil, Kerim’e çok arka çıkıp destek oldular. Kerim Çaplı, Yavuz Çetin çok büyük müzisyenlerdi. Benim kızdığım o zamanki yapımcılar falan. Siz bu adamları zamanında nasıl arka plana atabildiniz?”
Peki şu an çaldığı Fender Strat marka gitarı kendisi mi yaptı? Evet. Sapını İsveç’te yaşayan bir arkadaşı vermiş. Gövdesinin çıkarıldığı akçaağaç kütüğünü ise birlikte müzik yaptığı başka bir arkadaşı bulup getirmiş. Gövdesini bu arkadaşıyla birlikte yapmışlar. Oymalarını da kendisi yapmış, hatta pickup yuvalarını yaparken üç çelik matkap kırmış. 1979 yılında bulduklarında 30-40 yaşında olan ağaç kütüğünü enstrümana dönüştüren Bağcıoğlu, gitarının yaşının yüz civarı olduğunu söylüyor. Manyetiği değişen strat gitara şu an ki rengini veren ise Evrensel Müzik’ten Kenan Turgut. Evrensel Müzik kapanmış olsa da yakın zamanda görüştüğü Kenan, atölyesinde sanatını icra etmeye devam ediyor.
Gitar sapında duran sigara mevzusu nasıl ortaya çıktı? “Bilmiyorum nasıl çıktı o. Sadece canım istiyor orada bir sigara durmasını yani, arada içmek falan, o kadar.”
Süleyman Bağcıoğlu gitar dersi vermeyi hiç denedi mi peki?
“Ders verme işiyle ilgili çok eskiden ısrar ettiler bir kez denedim. Denerken hem kendime kızdım hem kendimle alay ettim. Dedim daha sen öğreniyorsun, neyi öğretiyorsun ki? Ben öğrenirken kime ne öğreteyim? Öğrenme hali hep devam eden bir şey. Müziğin dersi olmaz abi. Seksenlerden itibaren Amerika’da bestecilik okulu falan da açmışlardı. Bestecinin okulu mu olur? Verirsin gitarı eline, nasıl tutacak, notalar nerede, o yani, ancak o kadar olabilir. O işlerin içine girince acayip soğuyorum müzikten. Ben bilmiyorum ama duyuyorum ve hissediyorum. Ben onu öğretemem, sen de bana öğretme kurallarını. Herkesin hissi başka çünkü…”
Hissetmek demişken müzisyenin eserleri icra ederken özgür olması gerektiğinden bahsediyoruz.
“Müzisyen hisseder, çalar, söyler, ortaya koyar. Önce kendi keyif alır. Zaten kendi keyif alırsa dinleyici de keyif alır. Herkes hissettiğini yaşasın. İnsanların eğlenmesi müzisyenin derdi olmamalı. O kadar farklı tarzda insan var ki, herkese aynı şekilde hitap etmen mümkün değil. Hele bazı müzisyenlerin ‘insanları oynatmamız, eğlendirmemiz lazım’ tribine dayanamıyorum. Sürekli hareketli çalıyorsan arada birkaç parça da slow çal ki herkes bir nefes alsın. Neden hep aynı? Dinleyen mutlu olmazsa zaten gider, mekan da bundan rahatsız ise çaldırmaz, olur biter. Ben sadece gitar çalarken bile acayip efor sarf ediyorum. Vokalistlerin sarfettiği eforu hiç düşünemiyorum. Hem çalıp hem söylemek ise en zor olanı.”
Abi biraz da fazla mı mütevazısın acaba? “Ben bir yerde değilim ki mütevazılık yapayım. Olduğum gibi ve olduğum yerdeyim. Ben zaten besteci de değilim. Cover çalan bir çalgıcıyım ben.”
Bulutsuzluk Özlemi’nin Numara albümündeki şarkıların büyük bölümünde Süleyman Bağcıoğlu’nun imzası var. Albüm bitince yollar ayrılmış. Bulutsuzluk Özlemi’nin en çok Yol albümünü sevdiğini ve Akın Eldes’in o albümde harikalar yarattığını düşündüğünü anlatıyor. Gitar dışında çalmayı denediği başka bir enstrüman olmamış. “Eğer olsaydı saksafonu çok iyi çalabilirmişim gibi geliyor,” diyor.
Kitlemiz belli ama yeni kuşaktan takip edip dinlemeye gelenlerin sayısı da çok arttı. Başka şehirlerden de çok teklif geliyor. Ne mutlu bana ama buradan gitmek için sebebim yok. Ankara hep güzeldir.
Bağcıoğlu ailesinde çok başarılı müzisyenler var. Kendisi dışında Murat, Arda ve Akın Bağcıoğlu…
“Oğlum Akın çok iyi davulcudur. Ben ritim bile atamam. Bazen grupta o hafta ihtiyaç olur, ‘çalar mısın’ derim. Düşünür, ‘bir iki şarkıya bakmam lazım’ der sadece, diğer yirmi beş şarkıyı biliyor yani adam. Şu an davul dersleri veriyor. Abim, yeğenim, oğlumla aynı sahnede denk geldik, çaldık. Ama bu olay benim için önemli bir şey değil. Ailemle birlikte sahneye çıkıyorum, harika gibi bir durum yok bende. Özel anlamlar yüklemeye gerek yok.”
Hep birlikte Bağcıoğlu Project’i kursanız çok dinleyiciniz olur diyoruz.
“Abi ben olmam orada… Kimse yanlış anlamasın tabi ama rahat çalamam gibi geliyor. Kimlerin olduğundan öte asıl orada çalmak, müzik, benim içimde bambaşka yerde duruyor. Durduğu yerden elini uzatıp kimse alamaz. Mecburi gibi durumlar söz konusu olduğunda da ben bundan rahatsız oluyorum.”
Süleyman Bağcıoğlu, gruplarıyla İstanbul’da ve başka şehirlerde çokça sahne almış ve hala alıyor. Ancak Ankara’dan başka yere taşınmayı hiç düşünmemiş.
“Benim yerim burası, ailem, arkadaşlarım, çevrem daha çok Ankara’da, ben kendimi burada rahat hissediyorum. Kitlemiz belli ama yeni kuşaktan takip edip dinlemeye gelenlerin sayısı da çok arttı. Başka şehirlerden de çok teklif geliyor. Ne mutlu bana ama buradan gitmek için sebebim yok. Ankara hep güzeldir,” diyor.
Süleyman Bağcıoğlu. Kendisi bilmese de nam-ı diğer “Muhteşem Süleyman”. Onun tarzına aşina olanlar müzik yapılan mekana girerken Bağcıoğlu’nun sahnede olduğunu anlarlar. Sesler ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir şekilde rahatsız etmez. Tertemiz, akıp giden bir solosu, büyüsü vardır. Şarkı hem öze yakındır hem de aynı zamanda farklı bir ruha bürünmüştür. Büyülenircesine dinleyip, parmaklarının tellerdeki dansını trans halinde izlersiniz. Zaman içinde ondan ilham alan çok müzisyen olmuştur. Buralarda “Hadi bu akşam Bağcıoğlu’nu dinlemeye gidelim,” diye oturmuş bir cümle bile vardır. Bu cümleye teslim edin kendinizi. Zira kendisini dinlemek, Ankara’da yapılacaklar listesine eklenecek önemli maddelerden biridir.
*Fotoğraflar için Bülent Başara’ya ve Yılmaz Kılınç’a teşekkürler.