Pusu'laFestivalSinemaRöportaj

“Her birimizin arkadaşı birer parça buluttu” | Ferit Karahan’la Söyleşi

Berlin Film Festivali’nde Türkiye’yi temsil eden ve “FIPRESCI” ödülüne layık görülen aynı zamanda uluslararası ve ulusal birçok festivalden çeşitli ödüllerle dönen, son olarak da Chicago Film Festivali’nin “New Directors Competition” (Yeni Yönetmenler Yarışması) dalında “En İyi Film” (Golden Hugo) ödülünü alan Okul Tıraşı filmini, yönetmeni Ferit Karahan’la konuştuk.

Okul Tıraşı’nın sizin için otobiyografik unsurlar taşıdığını biliyoruz. Sizi yıllar sonra çocukluğunuzdaki yatılı okul travmasıyla hesaplaşmaya iten etmenler neydi?

Firuzan, “Yatılı okul bir ömür boyu sürer,” der. Yatılı okul kişisel olarak benim de hem ailemle hem de toplumla olan ilişkilerimi belirliyordu ve genelde olumsuz etkiliyordu. Bir terapi almam, bu süreçten kendimi azat etmem gerektiğini hissediyordum. Yani artık çocukluğumu bitirmeliydim, çünkü çocuğum olmuştu. Bir noktadan sonra insanın büyümesi gerekiyor ben de büyümek için bu filmi yapmalıydım.

Film, geçtiği yıllar net olmamakla berber -cep telefonu da görmüyor olsak- darbe sonrasının Türkiye’sinde; 80’lerde ya da 90’larda geçtiğini düşüneceğimiz bir atmosfere sahip. Yemekhanedeki dua, ceza biçimleri, filmin ismi bile askeri düzeni çağrıştırıyor. Sizin senaryoyu yazma sürecinde ve akabinde film için düşündüğünüz bir zaman dilimi var mıydı?

İlk başta filmin ismiyle başlayayım. Filmin ismini çok uzun süre aradım. Birkaç tane isim değiştirdi. İlk başta “Kalem”di. Çünkü bu bir okul üçlemesi, bu film de üçlemenin ilk filmiydi.

Filmin ismi bize disiplini çağrıştırıyor. Tıraşlamak zayıf olanı elimine etmek, vücuttan atmak, toplumdan atmak; bunun simgesel karşılığı meme oluyor. Hem de okula dair bir şey anlatıldığını seyirciye hissettiriyor, o yüzden filmin adını “Okul Tıraşı” koydum. Filmde de geçiyor, okul tıraşı bir ceza yöntemi olarak karşımıza çıkıyor.

Filmin dönemine gelince, senaryo yazarken geçmişin konforuna kapılmak istemedim. Geçmişin konforu bize çok rahat bir eleştirel alan bırakır. Herkes her şeyi söyler, suçlu başkasıdır.  O yitip gitmiştir. Biz onun sadece özeleştirisini yapıyoruzdur. Fakat bunu cep telefonlarının kullanıldığı bugünlerdeki bir zaman dilimine taşımamın temel sebeplerinden bir tanesi bu güç dengelerinin, bu eğitimin, bu toplumun hala şu anda burada geçiyor oluşu duygusunu vermek içindi, o yüzden günümüze taşıdım.

Filmde okul gibi küçük bir ölçekte karşımıza çıkan güç sahibinin kurduğu baskı, korku ve şiddet düzenini toplumun birçok alanında, ataerkil düzende ailede, iş yerinde patron işçi arasında, büyük ölçekte hükümet–halk ilişkisinde gözlemlemek mümkün. Ve bu sistemlerde güç paydaşlarının kriz anında zeminin ne kadar kaygan olduğunu fark ederek kendilerini kurtarmak için günah keçisi arayışlarını da. Size göre izleyiciye küçük ipuçları vererek seyirciyi düşünmeye sevk etmek yazar ve yönetmenlerin sorumluluğu mudur? Belki şöyle de sorabilirim sanat toplum için midir?

Tabii ki ama kendin için de sanat yapıyorsun. Sonuçta şöyle bir soru sorduğum vakit: “Bir adada yalnız olduğum zaman senaryo yazar mıyım?” Emin değilim. O yüzden sanat bir toplumla birlikte anlamlıdır. Sen de toplumun bir parçası olarak yer edindiğinden senin için de önemlidir.

Bu güç dengeleri benim için önemli gerçekten. Çünkü birini tanımanın en iyi yollarından bir tanesi onun eline güç verip, geriye çekilip karakterini gözlemlemek. Genelde böyledir. Güçle kurduğu hukuk kişinin karakterini belirler. Bu filmi biraz da evrensel kılan şey, sizin buna benzer güç ilişkilerini aile içinde de, fabrikada da, askeriyede de, hükümet içinde de, devletlerarası ilişkilerde de ya da Japonya’nın bir okulunda da, bir hastanesinde de görebilirliğinizdir. Zaten ben sanatın bu sularda dolaşması gerektiğini, daha evrensel olması gerektiğini düşünüyorum. Sadece bizim dertlerimizi, çok lokal düzeyde, sadece bizim anlayabileceğimiz düzlemde değil daha bütün insanlığa hizmet eden birleştirici bir unsur olduğunu düşünüyorum. Bugünüyle baktığımda senaryo yazarının -ki bu bizim ülkemizde genelde yönetmen de oluyor- sorumluluğundadır bence. Biz bunu masa başında düşünürüz, zaten o yüzden yaparız. Çıkış noktamız da bunun kendisidir ve onun ağırlığını da hissederiz.

Bir konteksti vardı filmin, buna filmin fonu da diyebilirsiniz siz. Öykü, kontekstin içinden çıkar ve basittir. Bir çocuk bir çocuğu hastaneye götürmek ister, filmde başka da bir şey yoktur aslında. Ama filmi katmanlı kılan, bu güç ilişkileri, politik düzlemler, politik bakış açısı, çocukluk, çocukluğun ve büyümüş olmanın getirdiği sıkıntılar, Kürt olmanın, Türk olmanın ya da azınlık olmanın, erkek olmanın getirdiği sıkıntılar filmin ayrıntılarını böyle dizmemize neden oldu.

Okul Tıraşı yurtdışında onlarca festivalde gösterildi. Türkiye’de de Antalya, İstanbul ve akabinde Ankara izleyicisiyle buluştu. Yurtdışında ve yurtiçinde seyirciden aldığınız eleştirilerden bahsedebilir misiniz? Özellikle dikkatinizi çeken bir okuma farkı var mıydı?

Yurtiçindeki insanlar biraz daha meseleye vakıf oldukları için onlar daha “Evet böyle okullar var ve biz bu okulların bu kadar olduğunu bilmiyorduk” gibi bir bakış açısıyla seyrediyorlar. Daha izlenebilir bir film olduğu için herkes başından sonuna kadar izliyor, sinema salonundan çıkmıyor. Yurtdışındaki izleyiciler filmin ilk yarım saatini distopya olarak izliyor. Gerçekten distopya olduğunu zannediyorlar.

Bir iki yerde daha dile getirmiştim: Bizim gerçeğimiz onlara distopya gibi geliyor.

Bu anlamda bizim açımızdan üzüntü verici bir durum. Genel olarak izleyiciden iyi bir tepki alıyoruz. Çünkü herkes aslında filmi bütün her şeyiyle anlıyor.

Buna bakarak film yapmamayı yeğledim ilk filmin eleştirisi üzerine. Ben filmlerimi şöyle yapmaya çalışıyorum: Bu filmde ne olmadı, ben nerede hata yaptım? Ve orada bir manifesto yazıyorum. Biz Gülistan’la birlikte 52 maddelik bir manifesto yazmıştık Cennetten Kovulmak‘tan sonra. Onun da görece başarısı vardı. Burada (25. Ankara Uluslararası Film Festivali) en iyi ilk film ödülünü aldı, Antalya’da en iyi film ödülünü almıştı. Yurtdışında biraz dolaştı. Biz filmde problemler görmeye daha meyilliydik. Bunda da gerçi öyle. Henüz hiç kimsenin eleştirmediği şeyleri eleştiriyoruz. Özellikle ben. Bir sonraki filmde bu noktaları cevap gibi görebilirsiniz. Yaptığınız şeyin üstüne çıkmak… Sizin gerçek rakibiniz odur. Arkadaşların, dünya sineması falan değildir. Onun bir sonu yoktur, o sizi bitirir. Gerçek referans noktanız bir öncekidir. Üstüne nasıl çıkacaksınız? Nasıl daha iyi yapabilirsiniz?

Manifesto yazdığınızı başka bir söyleşinizde okuyup disiplininize hayran kalmıştım. Bu disipline sahip olmak Türkiye’de herhangi bir meslek için zor bulunur bir iş etiği.

Disiplinin kendisi biraz da yatılı okul muhtevası ile ilgili. Yatılı okul tümden kötü bir yer değildir, bende bu disiplini oluşturan şey yatılı okulun kendisi. Ben çok çalışkanımdır. Bu durum genetikten çok yatılı okulda edindiğim kültürle ilgili.

Manifestoya da çekimden önce sık sık bakıyordum ve senaryoyu yazmadan önce de bakmıştım. Geçen gün Gülistan’la birlikte baktık. 52 maddenin hepsini yapmışız. Ama bir bütün hepsini: kamera hareketinden tutun da sesine, senaryo yazma biçiminden, karakterlerine, filmin bakışından, mekânına.

Ben filmlerin gerçekten bir tasarım nesnesi olduğunu düşünüyorum. Bir mimar nasıl bir mekân tasarlıyorsa neden ben filmi masa başında tasarlamayayım? Tüm planları tasarladım. Şimdi size belgesel gibi gözükebilir, çekerken harala gürele çektiğimizi düşüneceksiniz ama benim hesabını veremeyeceğim tek bir frame yok, çünkü masa başında çalıştım. Ya da görüntü yönetmeniyle sete gittiğimizde nereden neyi çekeceğimi, sesini de ışığını da ben belirlemiştim. O yüzden benim setlerim çok öngörülebilirdir ve sette senaryo değişmez. Senaryoları eksik bırakmamaya çalışırız.

Bu durum herhalde oyuncuları mutlu ediyordur, senaryonun değişmemesi?

Bilakis belki de bazıları çok sevmeyebilir.  Ama bana gelen oyuncular en azından mutlulardı. Çünkü ne diyeceğini bilir, ne yapacağını bilir.

Bu arada ben prova da almıyorum. Provanın genelde oyunculukları mekanikleştirdiğini düşünüyorum, özellikle çocuk oyuncularda. Hiç denemedim bile.

Bu da manifestonun bir parçası aslında: Prova almayacaksın.

Masa başında okuma provaları yapılıyor. Oyuncular karaktere giriyor, konuşuyorlar ama bana o kadar yalan geliyor ki senaryoyu parçalamak istiyorum ben. Böyle bir şey değil benim oluşturmaya çalıştığım hissiyat.

Aslında filmi planlayarak çektiğiniz izlerken de anlaşılıyor. Çok derli toplu, çok yerinde biten ve bunların etkisiyle de kendini izleten bir film.

Biraz da kurgu ile ilgili bu. Kurguda bir felsefe geliştirmem gerekiyordu. Felsefe şöyleydi: Ben kesmeler yapıp zamanı genişletebileceğimi fark ettim. Eğer hatırlarsanız bir örnek vereyim. Selim Hoca, Yusuf ile birlikte Atatürk büstünün yanına gidecek. Yoldayken kesiyoruz. Bir sonraki planda Selim Hoca telefon ile uğraşıyor ama çekmiyor telefon. Selim Hoca ne zamandır orada? Evet az önce oradaydı, bir saniye önce belki ama kesme olduğu için biz bilemiyoruz aslında ne kadardır onunla uğraştığını. Bu zamanı genişleten bir durum. Bunu yaparken şöyle fiili bir durum ortaya çıktı. Herhangi bir fazla plan filmi sarkıtıyordu. O yüzden diyorum filmin her frame’inin arkasındayım diye. Tek bir fazla plan bulamazsınız. Bir şey attığınızda sanki bütün duvar yıkılacakmış gibi, öyle bir hissiyat var filmde. Gerçekten de öyledir. Atabileceğim her şeyi attım. Yoksa görüntüler çok fazla yani. 79,5 saatlik bir çekimimiz var ve ondan 1 saat 20 dakikalık bir film ortaya çıktı.

Okul Tıraşı için sıklıkla Rumen sineması ve İran sinemasının etkilerinden bahsediliyor. Filmin kurgusunda Hayedeh Safiyari ile çalıştığınızı biliyoruz. Filmdeki bu etki, kurgucu seçiminden mi kaynaklanıyor yoksa film için düşündüğünüz biçim mi sizi kurgucu seçimine yönlendirdi?

Yok aslında o biraz tesadüf oldu. İlk başta Hayedeh ile çalıştık ama kurgusunu hiç kullanmadık. Onun kurgusunu çöpe attım ben. Hayedeh ile çok iyi anlaşamadık. Birincisi o İngilizce bilmiyor. İkincisi kuşak farkından ötürü.

O çok sakindi, benim nefretim çok diri.

Ben çok daha agresifim. Öyle görünmeyebilir aslında ama öyleyim. Filmde görmüşsünüzdür zaten agresifliğimi. Kameram agresif, kurgum agresif, oyunculuklar agresif, fragman agresif, afiş bile agresif. Sercan (Sezgin) ile iyi bir dil tutturduk. Bir o yaptı bir ben yaptım. Birlikte yaptık. O buraya geldi. Ben Paris’e gittim. O Paris’te yaşıyor. Ve bitirdik filmi. Yani böyle bir süreç var. Bu arada filmin kurgusu 1,5 sene falan sürdü.

Filme hakim olan iklim ve Yusuf’un Memo’yu taşıması filmi izlerken aklıma Yol filmini, Seyit Ali’nin Zine’yi taşımasını getirmişti. Sizin film için kaynaklarınız nelerdi? Hangi yönetmen ve yazarların sinema dilinizin oluşmasında etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Ben iyi bir sinema izleyicisiyim. Şimdi her ne kadar şuradan buradan etkilenmedim desem de mesela muhtemelen Bahman Ghobadi’nin Sarhoş Atlar Zamanı ya da Yol, ya da ne bileyim Tarkovsky’nin Ayna’sı ya da Jauja gibi filmlerden etkilenmişimdir. Benim çok sevdiğim filmler bunlar. Fakat ben senaryo yazarken -şimdi mesela bir senaryo yazıyorum- asla film seyretmiyorum. Dışarıdan bir etkiyi kabul etmiyorum. Oradan direkt bir etkilenme olursa eğer kendimi kötü hissediyorum, kopya çekmiş çocuk gibi. Fakat şöyle bir durum vardı. Aslında filmi doğuran şey oydu. Herta Müller’i o dönem çok sık okuyorduk.  Herta Müller, Çavuşesku döneminde Romanya’da yaşamış, aslen Alman. Romanya’daki azınlık Alman topluluğundan. Herta Müller’den önce de Romanyalı şair Gellu Naum’un bir şiiri vardır asıl filmin temelini oluşturan:

Her birimizin arkadaşı birer parça buluttu
Korku dolu dünyada arkadaşlar böyle işte…
Annem de dedi ki, bu çok normal. Arkadaşları boşver.
Kafanı daha ciddi işlere ver.

Korku dolu bir dünyayı yani Çavuşesku dönemini kastederken, ben de aslında bir yatılı okul sisteminden, bir ülke sisteminden bahsediyorum. Bu anlamda Herta Müller’i ve Gellu Naum’u dönüp dönüp okuduk. Sayısını hatırlamıyorum ne kadar okuduğumuzla ilgili, geceli gündüzlü okumaya başladık. Aynı kitaptan birkaç tane var ve biz sürekli okuyorduk. Bu ikisinden çok etkilenmiş olabilirim.

Tabii ki Kiyarüstemi’nin Arkadaşımın Evi Nerede filminde etkilenmişimdir. Benim en sevdiğim filmlerden bir tanesidir. Yılmaz Güney bizim zaten ustamız sayılır. Bilge Abi’nin bizim üzerimizde nasıl sinema yapılması veya yapılmaması gerektiği üzerine çok ciddi etkileri var. Sonuçta Bir Zamanlar Anadolu ya da Kış Uykusu gibi filmleri var.

Türkiye’nin Oscar’a göndereceği film olarak sinema camiası Okul Tıraşı’nı işaret ediyordu. Sizin de Oscar sürecinin yönetimiyle ilgili planlamalar yaptığınızı okumuştum. Okul Tıraşı’nın seçilmemesiyle ilgili çok sayıda tepkiye denk geldim. Siz neler söylemek istersiniz?

Hiçbir şey söylemem bu süreçle ilgili. Benim müdahale edebileceğim bir alan değil. Belirleyebileceğim bir alan değil. Jüri üyesi olduğum bir alan değil. Serzenişte bulunacağım bir alan da değil. Sadece bu tür bir durumda kendime yönelirim. Daha iyi bir film yapmalıyım duygusu bende daha hakim.

Son olarak filmin belirlenmiş bir vizyon tarihi var mı? Genel bir dağıtım şirketiyle, Başka Sinema aracılığı ile ya da bir platform üzerinden festivalde kaçıran izleyiciler filme ulaşabilecek mi?

Hem bir dağıtımcısı var hem de ilgilenen platformlar var. Öyle bir şey ki bu dağıtım ağı, hepsine birlikte karar vermek gerekiyor. O işi daha çok Kanat (Doğramacı) yürütüyor. Üstüne çalışıyor bugünlerde, görüşmeleri sürdürüyordu. Herhalde bir hafta, on güne belli olacak diye tahmin ediyorum.

Çok teşekkür ederiz bize vakit ayırdığınız için.

Ben teşekkür ederim. İyi çalışmışsınız. Keyif aldım.

Ferit Karahan’la buluşmamızı sağlayan Gezici Festival‘e ve ekibine, söyleşinin transkripsiyon sürecindeki desteği için Ahmet Emre’ye teşekkür ederim.

Bir Cevap Yazın




Etkinlik

34. Ankara Film Festivali başlıyor

Ankara’yı sinemayla buluşturmak ve Türk sinemasının geleceğini şekillendirecek yeni isimleri keşfetmek amacıyla Mahmut Tali İzgören ve Aziz Nesin öncülüğündeki Bilim ve Sanat, Bilar AŞ ve...