KentYaşam

Eylül Ayının Edimsel Olduğu Şehir ya da Ankara’ya Dönmek

Döndünüz mü? Gökhun’a hep Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi resminin cehennem parçasını anımsatan AŞTİ’den girdiniz mi şehre? Gün doğmuş. İnce bacaklarıyla kaldırımlarda yükselen tezgahlardaki simitlerin susamları ışıldıyor. Bir seğmenin telaşsızlığıyla kurşuni asfaltın üzerinde kıpırdanıyor taksiler ve büyük cam cephelerde kırılıyor gün ışığı hüzmeleri. Döndünüz, çünkü burası Ankara. Eylül ayının şiirsel değil edimsel olduğu şehir.

Döner dönmez şehrin çağrısız davetkarlığı karşıladı sizi ve buyur ederken tereddüt etmedi. Fildişi sof dokumadan uzun bir hırka gibi sarmaladı, bronzlaşmış teninizin üstünden bir kat. Ben henüz beş yaşımdayken Olgunlaşma Enstitüsü kreşinin yüksek duvarlı yemekhanesinde, çelik kupalarda kaymak tutan pastörize süt gibi koktu bir an. Ulus’taki Çiçek Lokantası’nda camekanlı tatlı dolabının içindeki kabak tatlısının üzerine ufalanan ceviz gibi yapıştı yine üstünüze Ankaralılık. Bir zahmet bir kişi uzattı, Seyranbağları dolmuşunda. Kuğulu Park’tan Güvenpark’a kadar yokuş aşağı sızan su gibi aktı damarlarınızda ağır ağır, üzerinde hoyrat ayakkabı izleri dolaştı.

Sevgilim,

Sen susun. Bazen yemyeşil yosunların çanağında durulmuş turkuaz bir gölsün, dibine çöküp kıpırtısız soluduğum. Bazen köpükleri çıplak ayaklarıma vuran masmavi bir denizsin girmeye can atarken ürperdiğim. Bazen bir şelalesin bedenimi hırpalayan. Bazen kristal bir kadehten kana kana içip doymadığımsın.

Kızılay’da yürürken, kaldırım taşları ayağınızın altında oynaştıkça tedirginlik sardı bedeninizi, sabah serininden önce bir kat. Cansız mankenlerin, ölü sokak hayvanlarının, kapalı pasaj kepenklerinin yanından geçtiniz. Gidilecek yerleriniz vardı, göreceğiniz kimseler. Söylenecek sözleriniz vardı. Dinleyeceğiniz dertler, niyetler… Çekeceğiniz eziyetler vardı. Gireceğiniz sınavlar ve alınacak çıktılar. “Spiral yapalım mı abla?” diye sordu ozalitçide çalışan adam. Helezon, sarmal, yılankavi…  Siz “Başladığı yere geri döner mi insan?” diye soramazdınız. “Yapalım,” dediniz cevaben ama o ciltleme makinesinin başına geçip işini tek başına yaptı.

Sevgilim,

Sen rayihasın. Bazen yayla sütünden kızıl toprak çanaklar içinde pişirilmiş, üzerine tarçın ve biraz da kavrulmuş fındık serpilmiş kıvamlı bir sütlaçsın. Bazen yeni soyulup dilimlenmiş, çekirdek çeperinde yaşam mucizesi açığa çıkmış altuni bir armut. Bazen dallarından yağmur süzülen bir ıhlamur ağacı. Bazen ferahlığı göz bebeklerimizin arkasında hissedilen bir avuç taze nane. Bazen, bazen, bazen…

Bitti. Bedelini ödediniz. Dükkânın kapısından çıkıp, sokağın grisine karıştınız koyu renk giysilerinizle. LED tabelalarda, yönlendirme levhalarında, afişlerde, pankartlarda, ağaç gövdelerine zımbalanmış özel ders ilanlarında, büfe raflarında bekleşen gazetelerin ve dergilerin kapaklarında, seyyar tezgahlarda tozlanmış sahte akıllı telefon aksesuarı ambalajlarında, market poşetlerinde, etiketlerde, kapı zillerinde, şarkı sözlerinde ve günlük burç yorumlarında belirip belirip kayboldu kelimeler. İçinizde saklı bir mektupta ise katılaşıp kaldı bir kristal gibi.

Sevgilim,

Sen gecenin peri ipeğinden bir battaniye olup içine dolduğu bir ağaç kavuğusun. Tam göbeğinde kıvrılıp uyuduğum.

Telefonun kulaklığının uçlarını tıkıştırdınız kulak deliklerinize. Müzik veri akışı ve podcast servisi uygulamasında “premium” üyeliğinize şükrettiniz sanki kutsal bir güçmüş gibi. Paylaşıma kapalı, keder ve zaaf dolu şarkıları birbiri ardına sıraladığınız utanç verici çalma listenizi kaç bin kez baştan sona dinlemiş olduğunuzu hatırlamaksızın yeniden başlattınız. Yürüdünüz, otobüs beklediniz, dolmuşta tüm gücünüzle havalandırma kapağını itelediniz, metroda peronun zeminindeki sarı çizginin tam üstüne basıp öyle ya da böyle gideceğiniz yere cehennem olup gittiniz. “En son dinlediklerim”, en son diledikleriniz, en son dinmedikleri, bitmek bilmedileri birikti, birikti, birikti… Çeşitlemelerini bizden esirgeyen yazgımızın başkentinde.

 “Günaydın.”

Ege’deki sahil kasabasında bir kamelya altına adım atmış olsanız samimi bir karşılık alabilirdiniz bu sabah selamına. İlaveten boyoz, çingen pilavı ya da ev yapımı patates kızartması; çünkü onlar kahvaltıda ne yeneceğini sizden iyi bildiklerini düşünürlerdi. Simit, karper peyniri ve demli çay akıllarına bile gelmezdi.  Belki de İstanbul’un köhne ve devrik bir sokağında mutenalaştırılmış yeni nesil bir “mekan”da selamınız nazik bir tebessümle karşılık bulabilirdi. Dudakta asılı kalmış… Siz ise havada asılı kalmış wireless şifresi, filtre kahve ve kruvasan kokusu sipariş ederdiniz bir çırpıda. Çok işiniz varmış gibi davranırdınız. Prizin yakınına oturur oturmaz dizüstü bilgisayarınızı açardınız ve kulaklığınızı takardınız. Dudağınıza yavan bir tebessüm de siz asardınız. Yapılacak işleriniz yoktu. Orada fazla kalamazdınız, Ankara’ya dönerdiniz.

“Buyurun.”

Manzarası gün yüzü görmemiş umutlardan bir ormanın kıyısı… Belki kıyının gerisinde serilen hayal kırıklıkları denizi olan o kafede, sıcacık elma çayının buğusundan nemlendi burnunuzun ucu, sızladı. Geri döndüğünüz yerde koşulsuz kabul edilmek, bıraktığınız yeri bomboş bulmak, kaldığınız yerden devam etmek inciticiydi. Yeniden başlamak yoktu. Politik doğruculuklar sürdürülebilir olmayı öğütleyip duruyordu. İçiniz daralırken yan masalardan birinin sipariş ettiği havuçlu kek yaklaştı, göz hizanızdan size doğru; büyüdü, büyüdü, büyüdü. Yanlışlıkla masanıza bırakıldı. Geri alındı. Hevesiniz kursağınızda kaldı. Fakat hemen sonra bir parçası size ikram edilerek geri döndü. Gülüşmeler, teşekkürler, huzurlu sessizlikler oldu. Sonra önünüze dönüp havalandırma boruları, elektrikli ısıtıcılar ve cam levhalar arasında biraz okudunuz. Kitap kokusundan şifa buldunuz Ankara Eylülü’nde. Nihayet yazdan kalma bir gün yükselirken yalnızlığınız ısındı ve cümleler peşinde koştuğundan terledi. Bu şehirde daha çok içeri girilirdi aslında ama bu kez mecburen dışarı çıktınız.

Sevgilim,

Sen rüyasın, umutsun, hayatsın.

Ben hep senin içindeyim. Belki de sen benim içimdesin. Hem içimdesin hem ben senin içindeyim. Böyle kıpır kıpır, kelebekli, iplik iplik bir şey…

Sendelemeleriniz, akıl tutulmalarınız, zaaflarınız, acılarınız, çıkmazlarınız ve çaresizlikleriniz de dışarı çıktı. İlgiler, meraklar, tatlı telaşlar ise içinize girdi serin bir solukta. Vakti geldi ve yazlıkları kaldırdınız. Kitaplığınızın raflarını ve çekmecelerini düzenlediniz. E-postalarınızı yanıtladınız. Bir oyuna bilet aldınız. Arkadaşlarınızı aradınız. Randevular verdiniz. Kitapları değiştirdiniz. Seramik kursuna başladınız. Öğle yemekleri sipariş ettiniz. İsimleri birbirine karıştırdınız.

“Ben senin olduğumu sandığın kişi değilim.”
“Hiç kimse olduğunu sandığımız kişi değildir.”

Hayata karıştınız, Eylül ayının şiirsel değil edimsel olduğu bu şehirde.

Özgür Ceren Can


“Bir zamanlar Meşrutiyet kadınları trenlerle geldiler bu şehre. Şimdi VEKAM’ın arşivinde bacak bacak üstüne atıyorlar. Biri Samanpazarı dolaylarından taze çekilmiş kahve alsa, bakır cezvede pişirse diye bekliyorlar.” Yazarın bütün bir yaz bekleyen, Tunalı’da maziyi adımlayan diğer bir yazısı da sizi bekliyor.


Kapak Görseli: MKDGR

Özgür Ceren Can
Ankara doğumlu seramik sanatçısı ve sanat tarihçisi (BA, MA Hacettepe Üniversitesi). Sanatsal çalışmalarını kişisel sanat atölyesinde sürdüren Can, 2006–2019 yılları arasında yedi kişisel sergi açtı. 2012-2017 yılları arasında Solfasol Gazetesi’nde kültür/sanat editörü ve yazarı olarak çalıştı. Üyesi olduğu AsiKeçi Ankara Sanat İnisiyatifi ile 2014-2019 yılları arasında disiplinlerarası kamusal sanat etkinlikleri düzenledi. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nde Küratörlük ve Sergileme Teknikleri dersleri verdi. Halen, Ankara Rahmi M. Koç Müzesi’nde Müze Yöneticisi olarak çalışıyor. Akademik çalışmalarına Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi-Doktora programında; Türkiye'de çağdaş seramik sanatı, kent estetiği ve kamusal sanat alanlarında devam ediyor.

Bir Cevap Yazın