KentMeseleler

Ankara’ya Dönüş Günlüğü 5: Dost-İletişim-İmge üçgeni ve 5 saatlik saklambaç

Erhan.

Ankara’nın ilk acayip haberini aldım.

Bugün Neslihan’ın diş kliniğinde acılar içinde “Erhan’a selam söyle. Tez vakitte yanına uğrayacağım. Daha şehir yüzü göremedim,” dedim. Neslihan, Erhan’ın eşi olur. Neslihan ne dese beğenirsiniz: “Aaa, sen bilmiyor musun? Erhan Dost’tan ayrıldı. Emekli oldu.”

Erhan Sevim. Ankara hurufat dostlarından. Bezmiş ve emekli olmuş. Kendisiyle henüz konuşmadım. Konuşup daha uzun yazacağım Lavarla’ya Erhan’ı. Ama şu kadarını söylemeden yazıya başlayamayacağım:

Erhan, bin yıllık kitapçıdır. Mesela 90’ların ortasında Erhan, Emirali (Türkmen, şimdi DipNot Yayınları), Tolga Arvas (Arif Takvimi, Rakı Ajandaları, muhtelif kitaplar) ile beraber İletişim Kitabevi’ni cennet yapmışlardı.

Erhan’a giderdim, “Erhan ya şöyle şu kalınlıklarda bir kitap vardı, Gramsci ile ilgili, kahverengi…”

Erhan gider gösterdiğim kalınlıkta, içinde kahverengi ve Gramsci bulunduran bütün kitapları getirirdi. Hem piyasayı bilirdi hem müşterilerini. Hem kitapları severdi hem bizleri. Bana ne lazım olur, onu bilirdi.

Çok akıllı, istisnai, iyi kalpli, güzel gülüşlü bir insan Erhan. Ve çok sabırlı. Erhan, Dost’tan ayrılmışsa, Erhan kitapçılığı bırakmışsa, bir dönem kapanmıştır. Ben faturayı Dost’a yazarım. Erdal abi buna nasıl izin verdi şaşarım.

Kapanan dönem, kitapçıların kitapları ve müşterilerini iyi tanıdığı dönem. Kredi kartına zırt taksit yapıldığı değil, paran oldukça üç beş bıraktığın dönem.

Artık hepten egemen olan dönemde ise zincir dükkanlar var. Ve personel şöyle: “Ne istemiştiniz? Marx mı dediniz? Kral mıydı?” Sonra önündeki bilgisayara bakıp orada yazan rafa giden ve dönen “kitapçılar”. Aslında bu bile iyimser. Sorduğum on kitaptan bir tanesini bulursam şanslı hissediyorum o dönümlük büyük zincirlerde bile. Dost-İmge-İletişim üçgeni öyle miydi ya? İletişim zaten rahmetli oldu. Dost ile İmge de şimdi sanki çok büyükler. İçlerine girdiğimde eski ortamı bulamıyorum. Boşverin bulamayayım da. Fazla lükstü eski ortam. Gündüz muhabbet akşam bira.

İletişim’in bir kedisi vardı İsmet, milyonlarca liralık fiş kesmişti de fırça bile yememişti. Üzerine yattığı kitap üzerine yattığı sürece satış dışı kalırdı.

Adını da İsmet İmset’ten almıştı. İsmet İmset söyleşiye gecikmişti, o da biz kapıda İmset’i beklerken bir celebrity edasıyla kitabevine gelip kasaya kurulmuştu.

İsmet’in Tolga ve Erhan ile bir de direniş hikayesi var, şimdi anlatmayayım.

Bugünkü kitapçılar arasında da kıymetli olan, kedi besleyen var hiç kuşkusuz. Onlara butik deniyor artık. Mesela Bodrum, Oasis’teki İmge Kitabevi. Nefis bir yerdir.

Ama Erhan simgeydi. Erhan bir taneydi. Bir devir kapandı gibi geliyor bana. Belki o devir çoktan kapanmıştı ben kabul edemiyorum. Neyse. Bu konuyu burada bırakıyorum. Şimdilik kaydıyla.

Ben diyeyim geldi geçti siz anlayın deldi geçti, çok fena bir hafta geçirdik.

Koliler koliler. Tamir montaj tekrar koliler koliler. Ne para kaldı ne de enerji. Neyse epey kolayladık.

Hani “kitabın kokusunu seviyorum”cular var ya… Ben onlardan değilim. Hele ben kitap kolisi açarken yamacıma gelmeseler onlar için iyi olur.

Kitabın kokusu dediğiniz şey büyük oranda toz. Yaradığı şey de hapşırtmak. Tamam bazı kitapları ben de kağıt versiyonuyla saklamayı seviyorum. Ama kitap artık lütfen plak gibi bir koleksiyon nesnesi olsun. Sadece bazı kitapların öyle sert kopyalarını edinelim. Gerisi için yaşasın e-mürekkep! Yaşasın e-kitap! O ne öyle yahu, koliler koliler koliler, tozlar, kütüphane kurmalar, yerleştirmeler. Çok ilkel hepsi.

Taşınma işini İstanbul ileri gelenlerinden Mümtaz ayarladı. Mümtazcığıma ailecek bayılırız. İstisnai bir insandır. Uzun yıllardır yedi sülalemizi, eşi dostu özenle taşır. Arkadaşlığını eksik etmez. Ailedendir. Mümtaz gelemedi bu sefer, rota çok tersti. Ama ortağı Ali ve oğlu Mustafa hallettiler. İnsanın sevdiği eşyaları sevdiği insanların taşıması önemli.

Keza ev sahibemiz de çok tatlı bir kadın. Söylemiştim daha önce. Ya komşular? Tadından yenmez. Hem teveccüh gösterdiler, arkadaşlıklarını eksik etmediler. Hem de kurabiyeler, kahveler pastalar, bir acayip izzet-i ikram…

Beraber taşıdık biz bu yollarda. Ali ve oğlu Mustafa.

Ve tabii, ziyaretimize gelen ve gelmekle kalmayıp koli açan arkadaşlarımıza minnettarız. Elleriyle bize cheesecake yapan Engin Öncüoğlu beyefendiye özellikle teşekkür ederim. İtiraf edeyim tedirgin yaklaşıp iştahla yedim. Hemen videosunu söyleyeyim siz de yapın, beni çağırın. Refika Hanım’ın videolarından öğrenmiş tarifi.

Çocukların da şahane hayatı var. Hem çok çalıştılar hem çok oynuyorlar. Tam mahalle hayatı. İlk günden beş, evet tam BEŞ saat saklambaç oynadılar mahallede. Bence şuursuz bir durum. İnsan nasıl beş saat aynı oyunu oynar?

Kankaları Doğa ve Bora ile ve birkaç başka çocukla oynadılar. Doğa’yla tanışmamıştık ama varlığını biliyorduk. Bir çeşit hazır geldi. Arkadaşımız Özgür ve Yudum’un mamülü. Bora da Doğa’nın yanında geldi. Velhasıl mahallede bol muhabbet, köpek ve çocuk olması nefis. Hatta mahallede -Engin ile Burcu’nun tilki olduğunu iddia ettiği ama ne olduğunu anlamadığımız- bir vahşi hayvan da yaşıyor. Bodrum’u özlemeyelim diye gelmiş olabilir.

Şimdilik şahane hayatımız var.

Burcu ve Engin Öncüoğlu’nun tilki olduğunu düşündüğü mahallemiz sakini.

Son olarak bir konuyu anlatmam lazım.

Benim karım, Gökçe Altunay, doğma yürüme büyüme serpilme gelişme yavrulama dahil İstanbulludur. Klişeler ne diyor? İstanbullu Ankara sevmez.

Bana hunharca soran bu kadar insan olduğuna göre sormayan da bir yığın insan vardır. Hadi ben deliyim. Gökçe nasıl oldu da kabul etti? Ben bu kadıncağızı peşimden mi sürükledim?

Haşa.

Zaten Gökçe’yi biraz tanısanız öyle peşten sürüklenmeye pek uygun bir bünye olmadığını anlarsınız hemen.

Fakat nedir? Şudur:

Ben geçen yıllarda hayatımızın şehir sürümü için Gökçe’ye bir Ankara yoklaması çekerdim. “Ankara da yaşamak için fena değil, değil mi Gökçe?”. Ve Gökçe sanki Kutuplar’da plaj hayatından bahsetmişim gibi bakardı yüzüme. Hiç umudum yoktu. Sonra Gökçe’de bir Ankara sempatisi görünür oldu.

Derken Ankara ileri gelenlerinden, İstanbul’da mukim gazeteci Ayça Örer’in bir şekilde Ankara’da, annesinin evinde aylar geçirmesi gerekti. Ayça’dan Gökçe yönünde bir Ankara propagandası başladı ki şapkanız uçar. Sanırsın kurmaca.

Ezcümle hakkımda kötü düşünenler derhal özür dilesin: ANKARA FİKRİ GÖKÇE’DEN ÇIKTI İLK.

Hatta Ayça’nın propagandasının etkisi de olmuş hiç kuşkusuz ama çok öncesinde başlamış düşünmeye bu konuyu. Yani Ayça hiç işe karışmasa da belki aynısı olacaktı.

..

Henüz Ulus’a inemedim. Karanfil’de gezemedim. Tunus’ta filan içemedim. Gençlik Parkı’nda tesbih çekerek yürümedim. Bir Ankara simidi bile yemedim. Muhtemelen bu yüzden Ankara’ya taşınmış gibi de hissetmiyorum henüz.

Önümüzdeki hafta artık ruhumu da taşırım Ankara’ya sanırım. Sağlıcakla kalın.


Ankara’ya Dönüş Günlüğü 6: Doğrultmacılar, maNga ve kader meselesi

Bir Cevap Yazın