Ankara Palmiyesi: Ankara’nın neresi? Elbette ki deresi!
Münih’te bir English Garden var, kocaman. İçinden bir dere geçiyor. Dere hızlı akıyor. Öyle ki iki yerine yapılan rampalarla dalga sörfü yapılabiliyor.
Güzel kadınlar ve erkekler dere kenarında sakin, muhabbet halinde şaraplarını içiyor, güneşleniyor, muhabbet ediyor, derede yüzüyor. Eksikler de var. 15 yaşında kızların poposuna gözünü dikmiş erkekler yok. Mangal yok. Kendi müziğini herkesin dinlemesi gerektiğini düşünen öküzler yok. Kendi sinirimi bozmamak için bu kadarını anlatıyorum. Ben, kuzenim Banu ve çocuklarımız da bu faaliyetlere birkaç gün iştirak ettik. Çok eğlendik.
Uzun yıllardır Avrupa memleketlerinde gezerim. Bizim memleketlerin neler ıskaladığı konusunu çok düşünmedim. Artık düşünüyorum. (Yunanistan istisna. Yunanistan’ı Türkiye’ye çok benzetirim. Türkiye’nin mahrum kaldıklarının canlı yayını.)
Almanya bambaşka bir dünya. Kibirli bir orta-üst sınıfı var. Kocaman orta sınıfı ise genel olarak anlaşabildiğim, sohbet edebildiğim, arkadaş sahibi olduğum insanlardan oluşuyor.
English Garden’da dereye kendinizi atıyorsunuz, bir kaç kilometre neşeyle süzüldükten sonra inip mayonuzla ters akan bir dere gibi 18 numaralı tramvaya binip tepeye tırmanıyorsunuz. Haydi bir daha.
Yoruldunuz mu? Soluklanın bir kadeh şarap ikram edelim.
Şimdi biraz hayal kuralım. Ankara vaktinde Münih gibi planlansaydı neler olurdu? Bol dereli, bağlık bahçelik Ankara. Bülbülderesi, Dikmen Deresi, bunlar hakiki derelermiş vaktinde. Düşünsenize şehir bu kadar çirkin yapılaşacağına vaktinde bu derelere göre dizayn edilse ne kadar çok şey değişirdi. Esat’ta Bülbülderesi boyunca yüzer, Kolej’den belki (hala öyle ise) 124 numaralı otobüsle eski Esat pazarının oradan tekrar girerdik. Yol boyunca bağlar, bostanlarda eğlenen genç insanlar olurdu.
Tamam biliyorum, aşırı sığ oldu bu. İşin iktisadı, politikası, dini, İttihat Terakkisi, Menderesi bin türlü bileşeni var.
Şu kadarı normal olur ama: Avrupa şehirleri gibi dere akamaz mıydı Ankara’nın ortasından?
Şimdi aynı yerde çirkin binalar, genel olarak mutsuz insanlar ve egzoz kokusu var. Genç insanlara düşen ise kendilerine bir kafe bulup 100 küsur lira vererek Münih fiyatlarına latte içmek filan.
Olsun.
Ankara’nın hala dereleri var. Yarım saat mesafede daha önce de yazdığım Kıbrıs Köyü Kanyonu var. Bir saati göze alırsanız Kirmir çayı, Alicin deresi, neler neler var.
Biz şu sıra Alicin Deresi müdavimiyiz.
Bakınız şu yorumu Alicin deresi için Trip Advisor’da yazmışlar: “Zaman kaybı, hiçbir özelliği yok. Su yok, tuvalet yok. Düzgün oturacak yer yok. Her yer çöp, araç inmiyor. En az 100-300 metre eşya taşıyacaksınız. Belediye hiç ilgilenmemiş. Belli bir bölüm stabilize. Utanmadan birde kahverengi yön levhası koymuşlar.”
Yazan birey belli ki yapasın bir mangal, açasın Yılmaz Morgül filan bireyi. Ama şu cümleye çok alıcı olduğum için alıntıladım: Belediye hiç ilgilenmemiş.
Medeni ülkelerde bir doğa güzelliğiyle belediye ilgilenirse orada güller açar. Türkiye’de ise kendi haline bırakırsa… Çünkü belediyelerimiz maalesef bir yerle ilgilenmekten oraya piknik masaları doldurmak, mangala teşvik etmek ve çirkin ahşap “şeylerle” doldurup süslemekle meşguller. Zevksizler. Daha geçen haftalarda gitmiştik Ankara Peri Bacaları’na (evet varlar) Bakınız Kıbrıs Köyü Kanyonu’na belediye el attı. Artık girişinde bir nizamiye var. Çirkin ahşap yapılar, banklar, köprüler yerleştirildi. Ve açıklayıcı tabelalarla dolu. Mesela köprünün üzerinde köprü yazıyor.
Evet. Belediye ilgilenmediği için Alicin Deresi çok güzel bir yer. Hafta içleri de bomboş oluyor. Evet biraz çöp var civarda. Onlar piknikçilerin yoğunlaştığı yerlerde. Öküzler her yerde. Ama belediyenin ilgilendiği yerlerde de oluyor çöp. Hatta o ahşap izlenimi verilmiş kitsch plastik şeylerle dolu belediye parkları külliyen çöp.
Alicin Deresi’nin bir çok yeri erişmesi zor olduğu için bozulmamış. Nefis. Anlatayım.
Alicin deresi, Kızılcahamam Çeltikçi köyünde. 20 km.’ye yakın yemyeşil bir bitki örtüsüyle kaplı bir kanyonun içinde. Civardaki yükseltilerde bir yığın mağara ve bir manastır var. Mükemmel bir yer. Bu arada Ankara civarı malumunuz bolca dere, mağaralar, jeositlerle dolu. Kirmir Çayı vadisi ve mağaraları da mükemmeldir. Hele Mahkemeağacin köyündeki mağaralar, kiliseler eşsiz. Tarihi de muhtemelen Roma zamanına kadar uzanıyor.
Ben size kendi rotamızı söyleyeyim, siz bildiğinizi yapın.
Arabanıza motosikletinize bisikletinize neye biniyorsanız onunla Google Maps’in Alicin Deresi diye götürdüğü noktaya gidin. Orayı geçin. Birkaç durmaya müsait yer daha geçip sağda bir çeşme bulana kadar devam edin. Çeşmenin buz gibi suyundan için, mataralarınızı doldurun. Sonra çeşmeyi arkanıza alıp dümdüz ilerleyin. Dereyi karşıya geçin. Dereyi sağ tarafınıza alarak yolu takip edin. Üçyüz metre filan yürüdükten sonra fotoğrafta göreceğiniz göle ulaşacaksınız. Lüzumsuz bir de bilgi vereyim size, derenin böyle göl yaptığı yerlere Lazcada toba denir. Çocuklarım ve ben tobalarda yüzmeye bayılırız.
Burada takılın. Biraz sonra bir tane daha olduğunu biliyoruz. Ama üşendik gitmedik biz ona hiç. Eminim devamında daha da vardır.
Hafta sonu gitmeyin. Yani kafayı yemediyseniz gitmeyin. Tıklım tıklım olur. Yok ille hafta sonu gitmeniz gerekiyorsa biraz daha yürüyün. Dere uzun. Kuytu bulun kendinize. Hafta içi eser miktarda çadırcı ve piknikçi görebilirsiniz. Ama o kadar. Kalbiniz kadar temiz oluyor genellikle ortalık.
Biz buraya benim oğlanlarla “Cin Ali” deresi diyoruz. Baktık, boşuna demiyormuşuz. Çevrede Alicin’deki mağaraların 19. yüzyılda yaşadığı düşünülen eşkiya Ali Cin’in yaptığı söyleniyormuş. Doğru değil tabii. Muhtemelen bunlar da civardaki pek çok şey gibi Romalılardan kalma.
Ankara çirkin ama çevresi güzel neyse ki. Münih’in çevresinden daha güzel hem de. Oh.
Hem Münihli Ankaraya gelse nereye götüreceksiniz? Ahlatlıbel Parkı’na mı? Millet Bahçesi’ne mi? Güldürmeyin insanı. Kale’ye, MTA müzesine filan misal. Dışarıda da Alicin Deresi’ne.
Şehirde de onlara şöyle deyin. Belki kendiniz de inanırsınız: Biz Ankara’yı bilerek çirkin yaptık. O havalimanı yolundaki banyo fayanslı apartmanlar filan ne sanıyorsunuz? Ya da İncek’te lüks yapılmaya çalışılmış bir örnek siyah kibrit kutusu tipli evler tesadüfen mi çirkin? Veya kentsel dönüşüm diye makul apartmanlar neden acaba çirkin, basık tavanlı ama Geberit banyoli yerler? Bunlar hep zen. Bize mütevazı olmamız gerektiğini yoksa o şekil çirkinleşebileceğimizi hatırlatıyor. Bizi yola getiriyor.
Bedava reklam: Ant’i Kafe. O ant’a karınca mı dersiniz, ant içmek mi yoksa kafenin sahibi tarih profesörü abimiz Ahmet Nezihi Turan’ın baş harfleri mi bilmem. Anti ve kafe anti ve kafe işte. Salı toplantıları oluyor. Şule Kaynar, Levent Ünsaldı, Osman Özarslan, Murat Meriç, Hakan Kaynar sunum yaptı. Hepsine gittim. Hepsi nefisti. Müdavimleri çok şenlikli. Kurtuluş Kayalı hocamız misal. Muhafaza etmeyi seven roman bireyi Selman Bayer, Güz Sahaf Cevat, Süleyman, Muharrem abiler, Ayrancı-Esat müşterek muhtarı Tolga, Hakim Yeşim, Mahur, adı gibi birey Münevver, çiçek ve aşure insanı Hande, Ayrancı Büyük Millet Meclisi’nden Aykut ve başka personalar. Kaliteli çay, kitap, kahve, dedikodu ve gazozun adresi: Ant’i Kafe. Meneviş’te.
Köşe içinde köşe
Tolga’nın Önerisi*
Tolga’dan gelen mesajı noktasını ellemeden iletiyorum: “Metin pek fazla malzeme yolladım sarhoş halimle ama bu hem çok güzel bir yorum, hem de Beethoven’in evlilik hayatını (hiç evlenmemiş bu arada) anlattığı muhteşem piyano keman sonatıdır. İsmi “Krutzer Sonat“. Hayatta ben en çok Beethoven’i sevdim… Hakkat muhteşem.”
*: Mühim Ankara personası (ve muhtarı) Tolga Arvas bana geceleri kafası güzelken müzik önerilerinde bulunuyor. Ve sabah çok nefis sürprizler oluyor onlar. Bu güzellikten sizi mahrum etmeyeyim ve yazılarımı Tolga’nın önerileriyle bitireyim dedim.